27 Şubat 2007 Salı

Yeni Bir Tüketim Ahlâkı Geliştirmeliyiz

Hayrettin Karaca

Bizler yaşamlarımızı sürdürebilmek için tüketmek zorunda olan varlıklarız. Açlığın giderilmesi, ısınma ve barınma en temel ihtiyaçlarımızdır. Bunları elde etmek için dünyanın bize cömertçe sunduğu doğal kaynaklardan yararlanırız.

Ancak, her ne kadar bu kaynaklar "sınırsız" olarak kabul edilse de, biz çevreciler aşırı tüketim sonucu bunların giderek insan yaşamını tehdit eder noktaya ulaştığını gözlemlemekteyiz. Yerküremiz bugün insanoğlunun doymak ve tükenmek bilmez ihtirası sayesinde pek çok yaşamsal sorunla karşı karşıyadır.

Bu sorunlar yumağı, küresel ısınmadan başlayarak, iklim değişikliği, doğal gen kaynaklarının yok olması, toprak aşımı, su kaynaklarının kuruması, ozon tabakasının tahribine kadar uzayıp gider. Doğal kaynaklar üzerindeki bu baskının insan hayatına yansıması ise, soluduğumuz havadan tutun da, aldığımız gıdaya kadar tüm yaşantımızı giderek daha anlamlı bir şekilde etkiler. Günümüzde bu etkilerin sonuçlarını açlık, kuraklık, yoksulluk, hastalık ve hatta savaş gibi bedellerle ödemek zorunda kalıyoruz.

İşte bugün bir sonuç olarak karşımıza çıkan tüm bu sorunların kökeninde günümüz tüketim anlayışı yatar. Ancak neden insanoğlu kendi yaşamı için mutlak olan bu ekolojik dengeleri şuursuzca tahrip etmektedir? Sorunun cevabını 2. Dünya Savaşı'ndan sonra Amerika'da yeşermeye başlayan ve yeni Amerikan yaşam felsefesini vurgulayan pazarlama stratejicisi Victor Lebow'un sözlerinde açıkça bulabiliriz: "Aşırı derecede üretken olan ekonomimiz... tüketimi yaşam tarzı haline getirmemizi, malların satın alınması ve kullanılmasını bir ayine dönüştürmemizi, tüketimde manevi tatmini, egomuzun tatminini aramamızı istemektedir... Bir şeylerin artan biz hızda tüketilmesine, yakılıp bitirilmesine, yıpratılmasına, yenisiyle değiştirilmesine ve hurdaya çevrilmesine ihtiyacımız var."

İşte bugün dünyamız, adına ekonomik kalkınma dediğimiz yapay ve sonu gelmez bir hedefe varmak için, istikameti 1950'li yıllarda Amerika tarafından verilmiş, "sürekli tüketme" politikasının acısını çekmektedir. Ekonomik kalkınma yani, zengin olma hedefine ulaşmak için toplum, sürekli olarak daha çok tüketmeye doğru yönlendirilmekte ve hatta özendirilmektedir.

Çünkü ekonominin yakıtı tüketimdir. Ancak bu anlayış, doğal kaynaklar üzerinde gittikçe daha fazla baskı oluşturmakta ve ekolojik sistemi yukarıda sıralanan sorunları doğuracak ölçüde tehdit etmektedir.

İşte bu döngüyü farkına varan bizler, rotamızı ekonomik kalkınma hedefinden çıkarıp, sürdürülebilir bir yaşam anlayışına doğru yeniden belirlemeliyiz. Yeni bir paylaşım anlayışı içerisinde, kendimizin de doğal yaşam zincirinin bir parçası olduğu idrakine vararak, farklı bir tüketim ahlakı geliştirmeliyiz.

Bugün yaklaşık 1,2 milyar insan günlük 1 dolardan daha az bir gelirle yaşamak zorundadır. Başka bir çarpıcı veri ise, dünyadaki açlığın ve yetersiz beslenmenin tamamen ortadan kaldırılması için gerekli olan toplam tutar 19 milyar dolarken, makyaj malzemesine harcanan yıllık tutar 18 milyar dolar'dır. Günümüzde 1 milyar civarı insan açlıkla mücadele ederken, ABD'de kişi başına yıllık gıda harcaması 21.500 dolar seviyelerindedir ki, bu rakam toplam tüketim harcamalarının yüzde 13'üne denk düşmektedir.

Aynı tüketim Tanzanya'da yıllık 375 dolara isabet ederken, bu miktarın toplam tüketim harcamaları içindeki payı da yüzde 67'dir. Örneklerden de anlaşılıyor ki, ekonomik kalkınma sayesinde elde edilen gelir, sadece taraflardan biri lehine oluşurken, diğerinin yaşam alanını daraltmakta. Neticede asıl önemli olan ekonomik faaliyetler sonucu elde edilen hasılatın ne kadar arttığı değil, nasıl paylaşıldığıdır.

Tüketimi yönlendiren ve talep oluşumunu sağlayan en önemli araçlardan biri reklamdır. Reklam harcamalarının 2002 yılı küresel toplamı 1950 yılına oranla dokuz kat artarak 446 milyar dolara ulaşmıştır. Bu özetle şu demektir: Sonumuz yaklaşıyor! Sınırsız tüketimi ekonomik kalkınmanın temeli olarak hedef almış bir anlayış, hiç şüphesiz insanoğlunun sonunu hazırlayacaktır. İnsanların tüketim düzeyinin küresel ekosistemler üzerindeki etkisini hesaplayan ve "ekolojik ayak izi" olarak adlandırılan bir ölçüm sistemine göre, toplam tüketim düzeyimizin gezegenimizin ekolojik kapasitesini çoktan aştığını göstermektedir.

Küçük ama çarpıcı bir örnekle bunun kısaca ne anlama geldiğini belirtmek isterim. Günümüzde altın, yüzde 80 ziynet veya süs eşyası, yüzde 19 yatırım aracı ve sadece yüzde 1 oranında da endüstriyel kullanım alanı bulan bir madendir. Bu madenin çıkarılması ve işlenmesi esnasında son derece zehirli ve tahrip gücü yüksek bir madde olan siyanür kullanılır.

Bu siyanürlü atık doğada bir daha yok olmamak üzere hapis olur ve zamanla nehirlere, toprağa sızarak içme suyu rezervlerimizi ve gıda üretimi yaptığımız verimli topraklarımızı etkiler. Altın madenini çıkarma ve işleme esnasında ortaya çıkan atık miktarı o kadar yüksektir ki, kullanımını mantısız kılar. Yapılan hesaplamalar bir tek alyans için gerekli olan altın üretiminde ortaya çıkan atık miktarını yaklaşık üç ton olarak bildirmiştir. Yeni bir tüketim anlayışı geliştirmek zorundayız.

Tüketimi körüklemek bir başka deyişle doğal kaynakları sömürmek demektir. İşte bu sebepten dolayıdır ki, biz çevreciler ekonomik kalkınma yerine sürdürülebilir bir yaşam modelini hedef almaktayız. Bu anlayışın temelinde paylaşma ve gerektiği kadar tüketme yer alır. Ben buna "yeni bir tüketim ahlakı" diyorum.

Gerçek ihtiyaçlarımızı belirleyip, tüketim alışkanlıklarımızı bu çerçevede yeniden gözden geçirmeliyiz. Çocuklarımıza yaşanabilir bir dünya bırakmak adına bilinçli bir tüketici olmamız gerekmektedir. Vicdan sahibi kimseler olarak kendimize soralım; yeterli olması için daha ne kadarına sahip olmalıyım? Çoğu zaman göreceğiz ki, aslında hiç gerçek ihtiyaç duymamışız bile.

Unutmamak gerekir ki, olanın olmayana borcu vardır. Bu sorumluluk anlayışı içerisinde tüketim alışkanlıklarımızı gözden geçirmenin, dünya sorunlar yumağına ivedi bir çözüm olacağı düşüncesindeyim.

Hiç yorum yok: